14 Haziran 2012 Perşembe

zamanın durduğu ev!

zamanın hızına yetişmekten vazgeçtim bu aralar. 
ne zaman yeniden koşmaya başlarım? ya da başlar mıyım? emin değilim. başlarım muhtemelen. peki illa koşmak mı gerekiyor? al işte cevabından emin olmadığım bir soru daha. 

şimdilik sakin kalmaya çalışıyorum. yürüyorum yavaş yavaş. ha bugün ha yarın... ne fark edecek? elbet bir gün varırım istediğim yere. koşarken bir şeyleri gözden kaçırmak istemiyorum bu aralar. 

çaktırmamaya çalışsam da yorgun hissediyorum kendimi. geçecek, onu da biliyorum. biraz dinlenmemin kimseye zararı olmaz herhalde.

haftasonu neredeyse evden dışarı adım atmadım. sessizliği dinledim. camları, kapıları, duvarları izledim tek tek. yapacak çok işim vardı, ama yapmadım hiçbirini. ve hiç pişman olmadım.

bizim evde her pazar mutlaka kek ya da kurabiye pişer. fırından çıkan enfes kokular tüm evi sarar. dün tek başıma olmama rağmen, bozmadım bu rutini ve kocaman kakaolu bir kek yaptım. kalıptan çıkarıp güzelce dilimledim, annemin en güzel servis tabaklarından birine yerleştirdim güzelce. tek bir dilim bile yemedim ama. hala duruyor mutfak tezgahının üzerinde.

neredeyse 8 ay sonra tüm cesaretimi toplayıp babaannemin evine girdim. artık bomboş olan yatak odasını izledim uzun uzun. tüm eşyalar ihtiyaç sahibi birilerine verilmişti. koskoca yatak odasında bir tek dedemin emektar radyosu ile duvarda asılı siyah beyaz bir fotoğraf kalmıştı. hiç görmediğim sadece adını duyduğum aile büyüklerinden birinin fotoğrafı.

söyleyecek söz bulamadım. birkaç kırık cümle çıktı dudaklarımdan. sesim boş odada yankılandı. korktum.

sonra ayaklarım salona sürükledi beni. dedemin oturduğu koltuğa baktım uzun uzun. onun o koltukta kalın camlı gözlükleriyle gazete okurkenki hali canlandı gözümde. karşısındaki tekli koltukta da babaannem vardı sanki. elinde şiş ve yün. bana atkı örüyordu yine. derin bir "ah" çektim. tek bir damla gözyaşı dökülmedi gözlerimden. alışıyor muydum acaba?

evet ağlamıyordum. ama çok canım yanıyordu. bu acıyı anlatacak bir söz yoktu. bulamamıştım bunca zamandır. bulamayacaktım da. çıkmalıydım oradan. kalmak istiyordum, dayanamayacaktım. o evi, güzel anılarla hatırlamak istiyordum. gözümün önünde bomboş, sessiz, kimsesiz bir ev görürken, kandıramıyordum kendimi.

koşar adım kapıya yöneldim. ne olduysa o zaman oldu işte. saatli maarif takvimi asılıydı duvarda.
ve nasıl bir tesadüftür ki babaannemin gittiği günün yaprağı duruyordu sadece... durmuştu zaman. o günde durmuş kalmıştı.
babaannem, bu dünyaya veda etmeden 1 gün önce mi koparmıştı takvim yaprağını? biliyor muydu o günden sonra o evde zamanın duracağını?

hiçbir zaman bilemeyecektim.





ps: yazıyı pazartesi günü yazıp taslak klasörüne kaydetmiştim, ancak yayınlama fırsatı bulabildim. 

5 yorum:

Gökçe dedi ki...

Zaman acıları tamamen geçirmese de eninde sonunda insanın içindeki sızıyı azaltıyor canım. Kaybedip toprak ettiklerin, aradan geçen 5,10,15 yılın ardından geride kalanlarda sanki birer hayalmişler, belki de hiç var olmamışlar hissi uyandırıyor. Her şeyin çaresi zaman, daha çok zaman...

Must. dedi ki...

Dururken de yoruyor mu zaman? Durup dururken yorduğu gibi.

nil dedi ki...

mümkünse kakaolu keki alabilir miyim, yenmiyor madem ,)

Aslısın dedi ki...

Bu yazı ve o takvim yaprağı nasıl dokundu içime, anlatamam. Nur içinde yatsınlar.

kağıt faresi dedi ki...

@Aslısın çok teşekkür ederim. sevgiler...